2 Temmuz 2016 Cumartesi

KİTAP'a Dönüş

Kitabı okumak için yukarıdaki sekmeleri sırayla tıklayınız, üç bölüm halinde bütün metin buraya alınmıştır.




Kitap erişilmez oldu, elimde ise sadece 10 tane kaldı, herkes istiyor ama bende bastıracak para yok, yayınevi desen zaten ortada yok (fiziken varlar da neyse), neticede isteyen insanlar için çağın gereklerine dönüş yaptım, kitap yine blogta.

Zaten 2010 yılında fasikül fasikül bu blog'tan seven insanlara ulaşmıştım, basım olunca blogu kilitlemiştim, sanırım kilitleri kırmanın zamanı geldi de geçiyor bile. 3 ana bölüme ayırdım, üst kısımda görebilirsiniz, okuması daha kolay olur bölüm bölüm sıkıcı ve kullanışlı değil

Benden şimdilik bu kadar.
Yazmadan durmayın.

Z.S.


19 Kasım 2010 Cuma

Ve SON (28. Bölüm)

Ve telefonum çaldı.

Karşımdaki, eski şirketimden iş arkadaşımdı, yöneticiydi. Yine aynı Holdinge bağlı kardeş şirketlerden birine daha üst düzeyde bir unvanla transfer olmuştu. Şimdi koordinatör olarak görev yapacaktı ve kendi ekibini oluşturmaya çalışıyordu. Defalarca birlikte çalıştığım, iyi tanıdığım ve sevdiğim bir insandı. Yılların verdiği tecrübe ve güvenle bana bir teklifte bulundu. Bu inanılmaz bir gelişmeydi, durup dururken iş teklifi almıştım. Hem de hiç beklemediğim bir anda. Görüşme ise hemen oldu.

İşyeri evime sadece 2,5km uzaklıktaydı. Ofis ortamı gayet şık, çalışanlar ise düzgün insanlardı. Ayrıca burası eski işimden yeni ayrıldığım zamanlarda, tamamen başka niyetlerle beni iş görüşmesine çağıran firmaydı. Bu kadar ilginç bir tesadüfe ancak filmlerde rastlanırdı. İş hayatım boyunca hep böyle renkli olaylar yaşamışlığımın verdiği deneyimle bu sürprizi soğukkanlılıkla karşıladım. O sıralar bu tesadüfün, ilerleyen zamanlarda bana karşı yapılan bilinçli yıldırma tavırlarının bir nedeni olduğunu hiç düşünmemiştim.

Mesai sabah 8.30’da başlıyor, akşam 18.00’da bitiyordu. Öğlenleri bir saat tatil vardı. Ben saat 8.15’de evden çıksam 10 dakika sonra işimde olabiliyordum. Hayatımda böyle bir yerde ne çalışmıştım ne de okullarım evime bu kadar yakın olmuştu. 1974 yılından beri yollarda sürünüyordum.

Yine maaş beni fazlasıyla idare edecek boyuttaydı. Gerçi eski maaşımdan yüzde otuz civarında azdı ama bana artık öyle çok paralar lazım değildi. Paranın ne demek olduğunu ya da olmadığını çok iyi öğrenmiştim. Teklife olumlu yanıt vermek için tüm şartlar mevcuttu. Sanki dünya birleşmiş ve yeniden çalışmam için yollarıma çiçekler sermişti. Tüm evren beni arkamdan itekliyor adeta sürüklüyordu. İşe başlama tarihim ise aybaşı yani Aralık başı olarak öngörülüyordu. Biz ise Kasım'ın henüz 15'i ya da 16'sındaydıkÖnümde sadece on beş güzel günüm kalmıştı.

O kısacık on beş gün.

Ve Sonrası (27. Bölüm)

O akşam, üç kız arkadaş olarak kuzenimin Nişantaşı’ndaki ofisinde buluştuk, biraz muhabbetten sonra çıktık ve bir taksiyle Sofyalı’ya gittik. Bize ayrılan küçük masaya yerleştik. Harika mezeler, peynir tabağı ve sevdiğimiz sıcak yemeklerden sipariş ettik. Ortak konumuz Antalya, tatil ve orada yaşadığımız gülünçlükler, hikayeleştirdiğimiz ilginç olaylardı. Bol kahkahalı, pek neşeli bir gece geçiriyorduk. Halimiz yan masada oturan Alman grubun dikkatini çekmiş olacak ki bir süre sonra nasıl olduysa onlar da sohbetimizin içine daldılar. İçlerinde birinin de o gün doğum günü olduğunu öğrendik. O andan itibaren bu orta yaşlı Alman grupla aramızda çok sıcak bir ilişki başladı. Geceyi tümüyle birlikte geçirdik, onlar bize bira ısmarladı biz onlara kahve söyledik. Türkiye üzerine bol bol konuştuk, burayı nasıl da sevdiklerini bizlerle paylaştılar. Gayet dostane ve samimi bir gecenin sonunda iletişim bilgilerimizi paylaştık, birlikte resimler çektik ve en sonunda kutlaşarak vedalaştık. Benim için değişik bir doğum günü olmuştu. Sıra dışı, eğlenceli ve komikti. Sevmiştim yeni yaşımı, ilk girdiğim andan beri. Bu beni bir yıl idare etmeliydi.

Havalar iyice soğumuştu. Daha dün denizde sularla oynaşan ben, üst üste giyiniyor sokağa öyle çıkıyordum. Tenim bronzdu sanki güneş açacak da kolsuz bluzlarımı hemen giyecek gibi bir havada geziniyordum ama gerçek farklıydı. Bu dönemde çok uzun yürüyüşler yapmayı tercih ettim. Rotam, Validebağ Koruluğunu kapsayan ve yaklaşık 7km olan bir çemberden ibaretti. Ürperten soğukta hızlı hızlı yürümek gerçekten çok keyifli oluyordu. Beş on dakika içinde soğuğu hissetmiyor hatta terliyordum. Koruluğun içindeyken derin derin nefes alıp, temiz havayı ciğerlerime çekiyor, doğanın artık öldüğü bu günlerde yok oluşu hüzünle izliyordum. At kestaneleri çoktan yapraklarını dökmüş, çınarlar iyice kelleşmiş, söğütler ise tamamen çıplak kalmıştı. Sadece taflanlar, mazılar, çam ve defneler yeşildi. Onlar da koyu bir renge bürünmüşlerdi ve bahar tazelikleri kaybolmuştu. Her gün böyle an be an bunları izleyerek yürüyorken bir yandan da kışa doğru yol alıyordum. Eve ise tatlı bir yorgunlukla geri dönüyor, aceleyle duş aldıktan sonra babamla kahvelerimizi içiyorduk. Sabah yayımlanan eski Türk filmleri ise bizim en büyük zevkimiz olmuştu. Zaten öğlene kadar zaman jet hızıyla ilerliyordu.

Haftada en az iki kere balık pişiriyordum. Çalıştığım dönemlerde sadece hafta sonları yiyebildiğim onu da her hafta sonuna denk getiremediğim için balığa hasrettim. Şimdi artık  doya doya hafta araları yiyebiliyordum. Ailecek hepimizi mutlu etmişti bu balık seansları. Mevsimin taze balıklarını çarşıdan alıyor ve o gün canımızın çektiği şekilde pişiriyorduk. Yanında güzel bir beyaz şarap açıyor, annem, babam ve ben birlikte alem yapıyorduk. Bir arada olmaktan mutluyduk. Mutluyduk ama çalışmak da gerekiyordu.

Ve Sonrası (26. Bölüm)

Antalya günleri bu son dönemde hayatımın en güzel zamanları olarak anılarıma geçti. Şehir merkezinde yaşananlar da harikaydı, Kemer’dekiler de. Tam beş gün kuzenimle beraber Konyaaltı sahilinde uzun yürüyüşler yaptık, akşam üzerleri yine sahildeki kafelerde denize karşı oturup biralarımızı yudumladık, ufka ve maviliğin sonsuzluğuna daldık. Buralarda denizin kokusunu ve temiz havayı içime çekerken İstanbul’da ne denli zor ve kirli koşullarda yaşadığımın ayırdına vardım. Çalışmayacaksam büyük şehirde ne diye yaşayacaktım. Bir karar vermeli ve yurdumun temiz, sakin ama bir o kadar da modern şehirlerinden ya da ilçelerinden birine gitmeliydim. Evet gitmeliydim ama gerçekten çalışmayacak mıydım? Bu sorunun cevabı çok net değildi kafamda.

Düzenli bir gelire kavuşacağım emekliliğime tam altı yıl vardı. Yine yeni evimin bitmesine ise on iki ay yani bir sene kalmıştı. Kiraya vermem de ayrı bir süre olduğundan bu hayat tarzı ve hazır parayı yemekle bir buçuk yıl geçirmem olanaksızdı. Öte yandan iş bulamıyordum, İstanbul’da yaşamak istemiyordum, hazır param katiyen yeterli değildi, eve ve aileme yönelik sorumluluklarım da ayrı bir yüktü. Mağlubiyet belirtileri suratımda yumruklar halinde patlamaya başlamıştı.

Ne kadar eğlensem, uzaklaşsam ve keyiflensem de hayatımın gerçekleri hep aynı idi, hiçbir surette değişmiyor, aynı sertlik ve zorlukla devam ediyordu. Anladım ki hayatın çatısı yani iskeleti hep sabitti, doğduğumuz an bedenimiz nasıl teşekkül etmişse o da aynı şekilde yapılanmıştı. Katiyen değişmiyordu. Bunları yeni çözümlemiştim. Yaşadıklarımız ve değişiklik sandığımız şeyler ise bu iskelet üzerindeki dokular, alınan kilolar, bronzlaşan tenler gibi bir beliren bir yok olup giden geçici unsurlardı. Üzülüyordum için için bu hale. Biliyordum ki bir çok insan da aynı durumdaydı. Çözümü üretememiş olmaktan ötürü aynı durumu paylaştığım benzer insanlar için de ayrıca üzülüyordum. Bir çözüm bulsam bütün dünya ile paylaşabilirdim ama ortada cevabı olmayan ciddi bir soru vardı.

Belki de yapamadığım şeyleri bir gün gerçekleştireceğimi düşünmek yeterli olmalıydı. Galiba bu insanı mutlu eden bir durumdu. Hayal etmek ve ümitle yaşamak. Bu felsefenin yakasını katiyen bırakmamalıydım. Peki çalışmalı mıydım? Yeniden başlamalı mıydım? Galiba buna maddi açıdan ciddi ihtiyacım vardı?

18 Kasım 2010 Perşembe

Ve Sonrası (25. Bölüm)

Mevsim tatil için riskliydi. Hem yazı, hem kışı birlikte yaşama olasılığımız çok yüksekti. Tamamen yazlık olanların yanında, serin havalarda giyilebilen şeyleri de götürmeli hatta kışlık türü giysileri de mutlaka yanıma almalıydım. Gardrobumu iyiden iyiye gözden geçirdim. Ağırlıklı olarak siyahlar ve beyazlardan seçimlerimi yaptım. Pamuklu trikoları ayırdım, şort, kapri ve kot pantolonlarımı da tespit ettim. Yine serin havalar için kalın bir yelek, kot ceket ve bir de hırka ayarladım. Ayakkabı olarak bantlı, metalli, dekolteleri seçtikten sonra spor pabuçlarımı da çıkarttım, hatta bunları yıkayıp temizledim. Kısacası yaz, sonbahar ve hatta kışın ilk günlerinde giyilebilecek her şeyimi bir kenara yığmaya başladım.

Mayolar, havlular, aksesuarlar derken kocaman bir yığınım oldu. Dolduğu zaman 32kg alan, beyaz Samsonite bavulumu da bulunduğu yerden indirdim. Artık tüm iş, seyahate kadar bunları yerleştirmeye kalmıştı. Aklıma gelen ilaveleri de yapacak, yine alışverişini henüz tamamlamadığım losyon, krem, güneş sütü gibi şeyleri de koyduktan sonra bavulumu tamamıyla yerleştirmiş olacaktım. Bu ara bir de Salı Pazarına gitmeliydim.

Heyecanlar devam ederken Ekim’in ilk günlerini yakaladım. Sürekli internette meteorolojinin sitesinde hava tahminlerine bakıyordum. Galiba rüyalarım gerçek oluyordu, havalar son derece ılık ve güzel gidiyordu. Bu arada Antalya’ya geleceğimi öğrenen kuzenim çok memnun olmuş, birlikte yapacaklarımızın listesini oluşturmaya başlamıştı.

Son eksikleri tamamlamak üzere çarşı ve Pazar işlerine birer gün ayırdım. Yaz bittiği için yazlık eşyalarda inanılmaz indirimler vardı. Ivır zıvır deniz malzemelerini çok ucuza satın alarak kesemi büyük bir zarardan kurtardım. Mayolar yüzde yetmişe varan tenzilatlar görmeye başlamıştı. Her beğendiğinizin bedeninize uyanını bulamıyordunuz ama eninde sonunda hoşunuza giden birini pek ala alabiliyordunuz. Ben de öyle yaptım ve kendime cam göbeği üzerine turkuaz rengi şal desenleri olan bir bikiniyi, hayal edilemez bir fiyata satın aldım. Sadece 25YTL ödediğim bu bikininin gerçek fiyatı 100 YTL idi ve yine bir zamanlar 200, 250 YTL gibi paralar ödediğim deniz kıyafetlerim aklıma gelince bu sonuç bir hayli şaşırtıcıydı benim için. Nasıl da bu derece itidalli olabilmiştim. Hayretler içerisindeydim. 

Ve Sonrası (24. Bölüm)

Eylül’ü tüm hızıyla geçiriyordum, kurs ise tam istediğim şekilde ilerliyordu. Sanırım Aralık sonuna yani satın aldığım “altı aylık dönem” bitene kadar istediğim kura varacaktım. Hesaplarıma göre rahat rahat hedefi tutturuyordum. Artık nereye gitsem mutlaka yabancılara dikkat ediyor, bir şey arıyorlarsa ya da soruyorlarsa hemen atılıyor, onlarla konuşuyor, anlatıyor, tüm sorularına bildiğimce yanıt vermeye çalışıyordum. Bazen daha da ileri gidiyor, öneriler de veriyordum. Özellikle orta yaş grubu çok fazla soru soruyorlardı ve ben de büyük bir zevkle ülkemi ve yaşadığım şehrin özelliklerini usanmadan açıklıyordum. İçlerinde Kadıköy Çarşı’ya yönlendirdiğim bir hayli grup da oldu, mahallenin delisi gibiydim ama halimden memnundum. Pratik için bana çok faydalıydı bu hareketler.

Elektronik postalarımı Gmail’den takip etmeyi tercih etmiştim. Başlarda kullanım sıkıntısı çeksem de sonradan çok pratik bulmuş ve değiştirmeyi düşünmemiştim, hatta outlook kullanmaya bile geçmedim, gayet güzel idare ediyordum. Bu iletişim ortam iyice yerleşince tüm üyeliklerimi de Gmail adresime yönlendirmiştim. Bunlardan biri de benim çok sevdiğim Cam Ocağı Vakfı’na olan e-mail üyeliğimdi.

O Cuma e-maillerime bakarken Cam Ocağının bültenini gördüm. Aylık bültenleri düzenli olarak geliyordu. 16 Eylül Pazar günü günübirlik vakıf gezisi vardı. Ben bu günübirlik geziye daha önce de gitmiş ve çok memnun kalmıştım. Vakfın yeri Beykoz’un Öğümce Köyü’nde idi ve sabah erkenden servis ile buraya gidiliyor, tüm gün boyunca cam sanatı üzerine türlü gösteriler izleniyor, atölye çalışmaları yapılıyor ve o günkü acemi ziyaretçiler için bazı basit denemeler yapılıyordu. İsteyen misafirler boncuk, füzyon tekniği ile cam tablolar ya da üfleme tekniği ile basit vazo veya kaseler yapabiliyorlardı. Yine Vakfın uçsuz bucaksız yeşillikler içindeki bahçesinde gezinmek, içinden geçen derenin üzerine kurulmuş teras kısımlarında oturmak, çay, kahve içmek mümkündü.

16 Kasım 2010 Salı

Ve Sonrası (23. Bölüm)

Eylül’ün ilk Cumartesi sabahı erkenden uyandım, gazeteleri kapıdan aldım. Genelde aldığım gibi sehpanın üzerine bırakır ve mutfağa geçerdim. O gün nedense şeytan dürttü, henüz çok erkendi ve zaman geçsin diye göz gezdirmeye koyuldum. Üçüncü sayfada kocaman bir tam sayfa ilan gözüme çarptı. Elektronik eşya, bilgisayar satan büyük firmalardan birinin ilanıydı bu. Bir yazıcı alana yanında dijital fotoğraf makinesi %50 indirimle veriliyordu. Yazıcıya çok ihtiyacım vardı, ne yapıp edip bir tane mutlaka almalıydım, bu ilandaki de gayet makul bir fiyattaydı, ayrıca yanında alabileceğim %50 indirmli fotoğraf makinesi de benim işimi fazlasıyla görürdü, çok gelişmiş bir şey aramıyordum. Üstelik indirimle fiyatı 110YTL oluyordu ve bu gerçekten çok uygun bir fiyattı. Satışlar stoklarla sınırlı olduğundan hemen oraya gitmeli, fırsatı kaçırmamalıydım. Firmanın en büyük mağazalarından biri Altunizade’deydi. Ben apar topar kahvaltı hazırladım, iki lokma bir şeyler atıştırdım ve evden fırladım.

Yolu yürüyerek kat ettim. Ortada büyük bir tehlike vardı, stoklar tükenebilirdi ama ben buna rağmen inatla yürümekten vazgeçmiyordum. Hava o kadar güzeldi ki yürümemek aptallık olurdu. Yarım saat içinde mağazaya vardım. Kapıdan girdiğimde, gazetedeki cihazların koli koli yığıldığını ve bir tepe oluşturduğunu gördüm. Çok şükür yeterince stok vardı. Hemen bir yazıcı ve ilavesi dijital fotoğraf makinesini kaptım, kasaya yönlendim. Garanti belgelerini imzalattırdım, ödememi yaptım, elimde koca bir torba ile dışarı çıktım. Bu arada kampanya 8 taksit imkanı sağlıyordu, neredeyse 1 yıldır bu anı bekliyordum. Beni kesinlikle yormayacak, zora sokmayacak koşullarla bir yazıcı ve en önemlisi fotoğraf makinesi sahibi olmuştum. Hemen eve dönmeli ve kurulumları yapmalıydım. Özellikle fotoğraf makinesi beni çok heyecanlandırmıştı. İlk işim makinemi yanıma alarak Kadıköy’e gitmek, vapura binmek ve resimler çekmek olacaktı.

Eve geldim. Önce yazıcıyı kutusundan çıkarttım, bilgisayarıma bağladım, kurulumlarını yaptım ve ilk çıktılarımı aldım. İyice kontrol ettim, hiçbir sorun yoktu, cihaz tamamdı. Şimdi sıra fotoğraf makinesine gelmişti. İlave belleği yerleştirdim, makineyi açtım, ayarlarını yaptım. Arada kılavuza da bakıyordum ama zaten çok basit şeylerdi, kullanımında bir zorluk olacağını sanmıyordum, deneme çekimlerine hemen başlamalı, tüm sırlarını çözmeliydim. Kılıfına geçirdim ve çantama koydum. Yemeğimi yedikten sonra hemen dışarı çıkacaktım.